Son nefes…

27 Mayıs 2014 0 Yazar: Musa Savaş

image

Akşam yemeğinizi her zamanki gibi tek başınıza yediniz. En büyük keyfiniz olan sade kahvenizi söyleyip iki yudum aldınız. Derken bir anda vücut ısınızın yükselmeye başladığını hissettiniz. Ardından terden sırılsıklam oldunuz. Birazdan gözlerinizin flu görmeye başlayacağını bilmek için kahin olmaya gerek yok. Hemen size, hem kader olarak, hem de mesafe olarak en yakın arkadaşınızı ararsınız. Yerinizi ve iyi olmadığınızı söylersiniz. Telefonu kapatırsınız. Flu görmeye başlamışsınızdır ama hala kendinizdesinizdir. Garson kızın “Beyfendi iyi misiniz?” dediğini belli belirsiz duyarsınız. Ya, yaklaşan son nefesinizse…

Son bir hamle ile cep telefonunuzdan hep yanınızda olmasını istediğiniz, hep sesini duymak istediğiniz, hep dokunmak istediğiniz insanı ararsınız. Telefon meşgule atıldığında yaşadığınızın hayal kırıklığı, birazdan başınıza gelecek olan hayat kırıklığından, daha fazla koyar size. Yunanlı şair Yorgo Seferis’in şu satırları aklınıza gelir nedense:

“ve tutunduysak başkalarının bellerine,
vargücümüzle sarıldıysak boyunlarına,
soluğumuz karıştıysa bir başkasının soluğuna,
ve yumduysak gözlerimizi,
bundan başka bir şey değildi:
bu derin acıydı yalnız, tutunabileceğimiz,
kaçışımızda.”

Sonrasında ise bu mısraları ilk okuduğunuzda sizin dudaklarınızdan dökülen ve size ait olan kelimeler gelir aklınıza:

“O zaman bana düşen;
bana ait cümleler aramamak
öpülmüş dudaklarında…”

Ve… Herşey kararır…

Kendinize geldiğinizde gözlerinizin ilk gördüğü hem kader, hem de mesafe olarak size en yakın arkadaşınız ve arkadaşlarınızdır. Hayattasınızdır. Hala bu hayatta alınacak nefesiniz vardır. Son nefesin vakti gelmemiştir. Zaten kendiniz için hayal ettiğiniz son nefeste bu şekilde değildir. Eve gitmek istersiniz. “Madem yaşamak benim lanetim, diğer lanetim olan yolculuklarım için dinlenmem lazım” diye düşünürsünüz. Ölüme susamanın verdiği susuzluğu, inadına yaşayarak gidermeniz gerektiğini bilirsiniz.

Kale’m dediğiniz evinizin kollarına bırakırsınız kendinizi…